Öl De Baba Ölelim

Adettendir efendiler, öleceğiz.
Ölmezsek ayıp olur, toplum bizi hoş karşılamaz.

Bakın mesela vampirlere.
Onlar hiç ölüyorlar mı? Asla!
Bu yüzden kimse onları sevmiyor!.

Geçen gece yolda bir vampir gördüm, bana selam verdi, başımı öbür yana çevirdim, geçip gittim...

Ölmemek gibi bir terbiyesizlik yapan adamla işim olmaz benim!!

Hasılı öleceğiz yani, görgü kuralı bu.

Lakin bir de şöyle önemli bir konu var,
Öldükten sonra ne olacağı zaten belli, kimsenin ona bir lafı yok da...

Yahu ne uğruna ölüyoruz?

Kimi gidişattan memnun olmayınca çizdim oynamıyorum diyor, kimi daha cesurca bir iş yapıp önce dünyanın çarkına okuyor sonra ölüyor, kimileri ise en bir acayibini yapıp keyfiyetten öldürüyor.

Olay ne ama?

Bir cismi başka bir bedene daldırmak neden bu kadar önemli?

Sırttaki kör bıçak, boğazdaki yağlı ilmek, kalpteki soğuk kurşun, leğen kemiğindeki tahta kazık ...

Niye bu kadar arzu doluyuz?

Kimileri için çağın filozofuyken benim için akıllı bir psikologdan fazlasını ifade etmeyen Freud, tıpkı yer çekimi gibi her zaman ortada duran fakat keşfedilmeyi bekleyen o gerçeğe benzer şekilde "insanoğlunun doğuştan sahip olduğu iki eğilim saldırganlık ve cinselliktir" diyerek hakikaten esaslı bir tespitte bulunmuş olabilir...

Zira her iki halde de bir beden diğerini taciz ediyor.
Birinde gönüllü olarak,
Diğerinde zorla...

-------------------------------

Mahallemizin ilk sakinleri Adem Dede ve eşrafıydı.

Bir gün köye salma salınmıştı, herkes elindeki en iyi üründen bir tanesini getirecekti.

Ben deyim 40, siz deyin 80 kişi koyunudur, keçisidir, balığıdır, elinde ne varsa getirip yığdı köy meydanına.

Aralarından da iki karındaştan Kabil bilumum meyvesidir, sebzesidir yığdı; Habil de yıllarca özene bezene yetiştirdiği koyunu getirdi.

Bir sebepten Kabil'in meyveleri hiç rağbet görmezken, Habil'in koyunu pek bir sevildi.

Kabil başta şaşırıp kaldı ama pek birşey söylemedi.

Bir sene sonra tekrar salma salındı, yine aynı cümbüşle herkes kendi en iyi ürününü getirdi. Kabil bu sefer daha fazla meyve, sebze; Habil de daha fazla koyun getirdi.

Yine bilinmeyen bir sebepten tekrar Kabil'in ürünleri rağbet görmedi, Habil ise daha fazla beğeni topladı.

Kabil'in gözünü iyiden iyiye hırs bürüdü.

Tenhalarda menhalarda kardeşinin yolunu gözledi.

Ve eline geçirdiği ilk şeyle Habil'i öldürdü...

Buradaki çok önemli iki husustan ilki, Kabil Ağa'nın, sırf kardeşinin sunduğu şeyden daha fazlasını sunmak için hırs yapmasıydı.

İkincisi ve daha da önemlisi,
Bu olay o kadar eskilerde, o kadar eskilerde olmuştu ki, geriye ne Habil'in mezarı kaldı, ne Kabil'in bahçeleri kaldı, ne de bugün onları hatırlayan kaldı...

Şimdi ne oldu?

Efendi efendi çözülebilecek ve dünyadaki kimseye zerrece etkisi olmayan bu husumet neden böyle sonuçlandı?

Neye yaradı?

-------------------------------

"Romalılar, Yurttaşlar...
Ben buraya, Sezar'ı gömmeye geldim, övmeye değil.

Aziz Brütüs, muhteris derdi Sezar'dan için, öyleyse ağır bir ithamdı bu. Ve Sezar, ölümüyle cezasını da çekmiş oldu..."

diye başlıyordu Marcus Antonius'un cenaze konuşması.

Sezar kimdi?
Politikacı, Senato üyesi, Konsül, Komutan, Fatih, Maceracı...

Derdi neydi?
Ülkesini daha da büyütmek, kocaman yapmak, eşşşşek kadar yapmak, dev gibi yapmak.

Bunu nasıl sağlamayı düşünüyordu?
Bol bol toprak fethettikten sonra, o toprakların başına geçerek.

Geçsin anacım...
Başımızın üstünde yeri var.
Lafı mı olur üç beş senatörün, tüccarın, komutanın?

Tahmin ettiğinden de büyük bir rütbeye, Ömür Boyu Diktatörlüğe yükseldi, helali hoş olsun.

E tabii bunu istemeyenler de olacak, olsun.
Lafı mı olur üç beş diktatörün, imparatorluğun, komplonun? Yaparız...

Politik alanda en yakın dostu olan Brütüs'ün öncülüğünde, ülkenin kalbi sayılan bir mekanda, sırtından bıçaklanarak öldürüldü. Ona da helal olsun.

Tamam abicim bugün ölmese yarın zaten ölecekti, amenna...

Amma ve lakin ülkeyi güçlendirmek için adam öldüren bir adamı başınıza getirip, yine ülkeyi güçlendirmek için o adamı da öldürmek, nasıl bir eğlencedir?

İşin kötüsü bugün o ülkenin üzerinden rahat bi 25-30 ülke, krallık, vattırı ve vızzırı geldi geçti... O günkü ideallerin hiç biri kalmadı!

Şimdi neye yaradı Sezar'ın öldürdükleri, neye yaradı Sezar'ın ölümü, neye yaradı Brütüs'ün ihaneti?

- Oğlum bak kraliyet mücevherleri hanginizdeyse söyleyin. Valla kızmayacam.
- Bende değil valla.
- Bende de değil.
- Sende mi Brütüs?
- Annah anladı valla, öldürün lan!

 -------------------------------

Vakti zamanında iki farklı ülkenin iki hükümdar naibi varmış.

Bunlardan daha küçük ülkeye sahip olanı, büyük ülkeye sahip olanının himayesi altındaymış ve onun yanında uzun yıllar yaşamış. Çocukluklarını birlikte geçirmişler, birbirilerinden farklı olan dinlerini, dillerini, geleneklerini öğrenmişler.

Birbirilerini çok sevmişler.

Derken ikisi de büyümüş ve hükümdarlık yaşlarına ulaşmışlar.

Büyük ülkeye sahip olan, misafir olanın ülkesine dönme zamanı geldiğini, onu da bir hükümdar olarak tanıyıp sayacağını, asla aralarındaki dostluğu unutmaması gerektiğini söylerek ülkesine uğurlamış.

Günlerden bir gün efendim, bu büyük ülkenin hükümdarı, eski dostunun toprakları yakınında çıkacak bir savaşta kendisine yardımcı olmasını istemiş.

Öyle bir durummuş ki, eski dostu ona yardım ederse, tüm komşuları kendisine karşı cephe alacak, yardım etmezse de eski dostu tarafından hükümdarlığı elinden alınacakmış.

İki ucu necasetli değneğe sahip olan kahramanımız, çözümü kendi hükümdarlığının tarafsızlığını ilan edip, başka da bir otorite tanımadığı söylemekte bulmuş.

Üstüne bir de, komşu hükümdarlara güvenerek eski dostunun, dinine ve halkına da tavır koymuş.

Büyük ülkeye sahip olan hükümdar, yardım istediği savaşı kendi çabalarıyla kazanmayı başarmış fakat eski dostunun bu tutumu da çok gücüne gitmiş.

Adaleti ve intikamı gerçekleştirmek üzere ordusunu toplayıp üstüne yürümüş.

Eski dostu korku ve panik ile öyle kararlar almış ki, daha hiç görülmemiş yöntemler kullanmaya karar vermiş.

Kendi inançlarından ve milletinden olmayan herkesi kazıklara geçirip düşmanlarına göz dağı vermek istemiş.

Görenler diyorlarmış ki;
Tarlalar boyunca, dağlar boyunca; on binlerce, yüz binlerce insanın halen can çekiştiğini görüyorduk o kazıkların ucunda...

İntikam isteyen hükümdar, eski dostunun topraklarına girince gördüğü bu manzara karşısında dehşete düşmüş.

Demiş ki,
Üç ay boyunca halkımdan 25.000 insan topladım o kazıkların ucundan...

Buna rağmen durmamış ve hükümdarın kalesine kadar gelmiş. 

Lakin onu kalede bulamamış.

Onun yerinde cüzzamlılar, vebalılar ve uyuz köpekler kol geziyormuş.

Vatandaşlarının katledilmesine dayanamayan ordu, hastalıktan da korkmaya başlayınca hükümdarlarından o caniyi kaderine terk etmesini istemişler, o da istenilene uymuş.

Tahtını korumak uğruna sonuçta ülkesiz ve halksız kalan hükümdar ise kendi başını kurtaramamış ve eski dostuna ettiği ihanetin bedelini, yine ihanetle ödemiş. Sığındığı ülkenin kralı tarafından idam edilmiş...

Peki şimdi ne oldu?

O katilin adının Kazıklı Voyvoda diye bilinen Vlad Tepeş, ihanet ettiği kişinin Fatih Sultan Mehmet olması,

Kazığa geçirilen on binlerce insan,

Kafir Osmanlı'ya karşı, Hristiyan Eflak zaferi,

Birşey ifade etti mi?

Bugün o hükümdarlardan veya ülkelerinden geri birşey kaldı mı?

İkisinin de kendi ülkelerinde birer kahraman olarak görülmelerinden başka, adları hiç anıldı mı?

Vlad Tepeş'in "Vampirizm"in atalarından sayıldığını biliyor muydunuz?

İşin aslı Vlad'ın genetik bir hastalık olan "Porfiria"dan muzdarip olmasıydı.
Aynı hastalık babası II. Vlad'da da vardı ve Drakul, yani "Ejder'in Kulu" lakabını almasına sebep olan fiziksel değişimler, yine bu hastalıkla olmuştu.

Soluk ten, güneşe çıkamama, çekilmiş diş etleri nedeniyle köpek dişlerinin daha uzun görünmesi, suya tahammül edememe, kendiliğinden başlayan dış kanamalar gibi belirtiler yüzünden Porfiria hastaları, kan içen, geceleri yaşayan Vampirler zannedildi yüzlerce yıl...
 -------------------------------

İnsanların küvetlerde yıkanırken, saraylarına tuvalet yaptırmadıkları, Fransa denilen bir ülke varmış.

Bu ülkede 23165987645654 tane Louis yaşarmış.

Onların içinden 16. olanı, halkına kötü davrandığı ve ekmek yiyemeyenlere pasta tavsiye ettiği hasebiyle önce bir temiz dövülmüş, sonra giyotinle idam edilmiş.

Kral olmayınca doğal olarak Cumhuriyet doğmuş. Adına Birinci Cumhuriyet demişler. Krallık yanlılarını da bir güzel idam etmişler

Sonra Napolyon diye biri çıkıp "alem buysa kral benem" demiş ve eski rejimi destekleyen herkesi bir güzel idam etmiş.

Derken halk bu durumdan pek bir rahatsız olmuş ve Napolyon'a karşı epey bi palazlanmışlar. Kılıçtır, sopadır bir temiz dövüşmüşler ve nihayet Napolyon'u alaşağı edip bir adaya sürmüşler.

Tüm Napolyon yanlılarını da vatan haini bilip cici cici idam etmişler.

Ardından Napolyon, ona halen hürmet eden eşi dostuyla adadan kaçıp tekrar kendini imparator ilan etmiş ve karşıtlarını vatan haini bilip tatlı tatlı idam etmiş.

Neyse efendim hayat bu ya işte Napolyon da ölmüş.
Halk yine sokaklarda, yeni yönetim istemişler, barikatlar kurulmuş, meşaleler yanmış, marşlar söylenmiş, yoldaşlar ölmüş, soydaşlar ölmüş... Büyük adamlar dayanamayıp İkinci Cumhuriyeti ilan edivermişler.

Derken bir ara savaş çıkmış bilmem hangi ülkeyle.

Halk mevcut rejimin savaşla ilgili kararlarını beğenmeyerek yine sokaklara dökülmüş. Birileri ölmüş birazcık. Meclis de allem edip kallem edip Üçüncü Cumhuriyet ilan etmiş, yeni anayasalar yapmış.

Uçan Spagetti Canavarı kahretsin ve Russell'in Çaydanlığı belasını versin ki, II. Dünya Savaşı çıkıvermiş ve Nazici amcalar ülkeyi bir güzel işgal etmiş. Bayaa bi insan ölmüş tahmin edileceği üzre. Çekilirlerken de Vichy kenti merkezli yeni bir Fransa kurmuşlar. Adına da Vichy Fransası demişler.

Savaşın boyutu değişince Vichy de değişmiş. Tabii yönetim de değişmiş. E kısacası artık bitmiş. Dördüncü Cumhuriyete geçilmiş. Şimdi o yönetim modaymış, baybaaaaaay...

Tahmin edin ne olmuş?
Kendi topraklarında rahat duramadıkları gibi, başkalarının topraklarında da sevimli yaramazlıklar yapan Fransacığımız, Cezayir sorununu iyice yüzlerine gözlerine bulaştırınca De Gaulle adlı ağabeyimiz, "alın dördüncü cumhuriyet de sizin olsun, dört buçuktan beşinci cumhuriyet de sizin olsun, başınıza çalın" diyerekten, yeni Beşinci Cumhuriyet dönemi başlatmış.

Lakin Cezayir'de de işler pek bir kanlı bitmiş...

Hani bazı otoriteler, Fransa'nın Cezayir üstünde minik bir soykırımcık yaptığını bile iddia ediyorlarmış, bilemiyciim...

Özetle,
Aşağı yukarı her 50 yılda bir kanlı olaylarla yeni rejime geçilmiş, her yeni rejim yerini yenisine kanlı olaylarla devretmiş.

Napolyon başa geçince karşıtlarını vatan haini ilan etmiş, Elbe'ye sürülünce onu sevenler vatan haini olmuş, o Elbe'den kaçınca onu sevmeyenler vatan haini olmuş, her seferinde ölmüşler, ölmüşler, ölmüşler...

16. Louis'nin idam edilmesini isteyen ve Fransız Devrimine gönülden destek veren Georges Jacques Danton, devrim mahkemesi tarafından idam edilerek devrimin kendi çocuklarını yemesinin güzide bir örneği olurken, bugün Napolyon'un da adından başka birşeyi kalmamış.

Bu arada şu hanım kızımız da bir yokmuş, bir varmış:

Napolyon'un daha portakaldaki vitamin bile olmadığı yıllarda,
Yok olmakla ziyadesiyle meşgul ülkesi Fransa'yı,
"Tanrıdan aldığını söylediği mesajlarla kurtaran" Jeanne D'arc adlı 19 yaşındaki bu cici kızımız,  
İngilizler tarafından "cadılık suçu"ndan yakılıyor.
Öldükten 500 yıl sonra Vatikan tarafından "azize ve şehit" ilan ediliyor.
Günümüzde yaşından ve erkek giysileri giyme cürretinden başka hiçbirşeyi konuşulmuyor ne var ki...
-------------------------------

Bilincin çok önemli olduğunu, üniversite gençliğinin bir numaralı işinin kırsala bilinç götürmek olduğunu söyleyen Marx ustanın tavsiyesi üzerine, dağa taşa, ovaya çayıra bilinç götüren yoldaşların ulaştığı başarıyı (kimilerine göre de başarısızlığı) bugün bilmeyen yok.

Öyle yada böyle birşeylerin tamamen değiştiği çok açık!

Neticede "onlar da ihtilal istiyorlar, sadece bunu henüz bilmiyorlar" diyenlerle "vatanımızı canımız pahasına savunacağız" diyenler, kırmızıyla beyazın karışımını hem ideolojik renkleriyle, hem de kanlarının rengiyle gayet güzel resmettiler.

Başta Alman öldürmeye başlayan İşçi ve Çiftçi Rus, önce Yitik Rus oldu ve evine dönmeye başladı.
Yolda giderken birileri ona Bolşevik Rus demeye başladı.

Evine vardığında o artık Kızıl Rus veya Beyaz Rus'tan biri olmak zorunda kaldı.

Sürmek zorunda olduğu tarlası, kangren olmuş bacağı veya kesilmiş kolu kimsenin umurunda değildi. Tabii kışın şiddetinden donan sümüğü de!

Gel zaman git zaman, ortada Beyaz Rus kalmadı, herkes Yoldaş Rus oldu.

O Rus, her renk ve isim değişikliğinde tekrar ve tekrar öldü.

Eğitim ve sağlık hizmetlerini bedavaya, ekmeği karneyle, şekeri kilosu çeyrek altın fiyatına satın almaya başladı.

Zamanla adlarını daha çok duyurdular.
Büyüklüğü hatta haritadaki yeri bile belli belirsiz olan, Kuzey ve Güney diye iki bölünen Kore'den, günde 5 vakit rejim değişikliğine giden Macaristan'a kadar her yerde onların adları ve renkleri vardı.

Onları sevmeyenler de boş durmadı ve kendi renklerini kendi isimlerini belirledi.

Bizden değilsen onlardansın ile onlardan değilsen bizdensin cümleleri, düşmanımın düşmanı dostumdur ile birleşti ve ortaya Louis Armstrong'dan What a Wonderfull World şarkısı çıktı.

Her neyse efendim,
Kibarlıktan ve görgü kurallarına saygılarından, yine insanlar bol bol öldü ve derken günümüze kadar gelindi.

İşin en acısı da,
Günümüzde bu ideolojinin fanatiklerinin bile, o ülkede uygulanan şeyin hiç de savundukları ideoloji olmadığını, zaten tam olarak uygulayanın da çıkmadığını söylemesi...

Eee şimdi ne oldu?

Tüm bu renkli ideolojik çatışmalar, bugün neye yaradı?

Dünya gökkuşağına dönüştü mü?

Halklar birbiriyle daha da bir kardeş oldu mu?

Alper Tunga öldi mu?

Issız ajun kaldi mu?


Hâlâ Orduda Değil misin?
İmza: Beyaz Ordu

Sen! Gönüllü Oldun mu?
İmza: Kızıl Ordu

-------------------------------

Daha kimleri diyeyim size a dostlar?
Fazla mı uzakları anlatayım, yoksa daha mı yakına geleyim?

Adnan Menderes mi deyim, Deniz Gezmiş mi?

Birbirine her açından taban tabana zıt iki insanın, ülke için tehlike arz etmek suçundan, aynı şekilde öldürülmelerinden mi bahsedeyim?

Yoksa bugün şeklinin neye benzediği bile bilinmeyen, hatta The Message diye bir film olmasaydı adından bile haberdar olamayacağımız, Hubel denilen bir puta tapmayı reddettiği için öldürülen müslümanları mı anlatayım? Hani şu günümüzde ona tapan bir kişi bile olmayan!

Hakkın gelip, batılın zail olduğu o anda,
Kabe'yi putlardan temizlerken gösterilen Hz. Muhammed ve Hz. Ali.

Yada savaş sırasında düşman ülke tarafından vatana ihanetle suçlanan (hangi vatana nasıl bir ihanet söz konusu, anlamak zor) 18 yaşındaki Zoya Kosmodemyanskaya'nın, idam edilip de huzura ermesinden önce Fatmagül'ünkinden epey fazla sayıda tecavüze uğramasından mı bahsedeyim?

Genellikle idam yaftasının asılı olmasına alıştığımız yerde, genç bir kızın çıplak göğüslerinin sergilenmesine mi yanayım,
yoksa savaşın ne başlamasına ne de bitmesine toz zerresi kadar bile katkısı olmamış bir insanın öldürülmesine mi bilemedim...

-------------------------------

Sizler okumuş adamlar ve madamlarsınız canlarım.
Üniversite görmüş, mürekkep yalamış, gazete yemiş kişilersiniz.

Benden daha iyi bildiğiniz muhakkak!

O halde lütfen beni bir aydınlatır mısınız?

Tüm bunlar normal mi?

Tamam, bir görgü kuralı ve insanlık örneği olarak ölümü kabul ediyorum.

Ama böylesi bir ölüm...

Olduğunda kimseye bir yarar sağlamayacak veya sonunda unutulup gidecek bir hedef uğruna ölüm...

Doğru mu gerçekten?

İkna olmak istiyorum.
Gerçekten inanmak istiyorum.

Bir cumhuriyetin, bir naçiz bedenden daha fazla payidar kalabileceğine inanmak istiyorum.

Bir çınar ağacının benim yedi göbek soyum sopumdan daha uzun yaşadığına gözlerimle şahit olduğum gibi şahit olmak istiyorum.

Ölümden öncesinin bir sonu olup da, ölümden sonraki hiçbirşeyin sonu olmamasının, neden kimsenin umurunda olmadığını anlamak istiyorum.

Bu arada hazır elim değmişken;
Neden benim iyi, onları kötü olduğunu; benim ezilen ve haklı, onların ezen ve kötü olduğunu öğrenmek istiyorum.

Hatta açıkçası en önemlisi de,
Aynı anda,
Birilerinin beni taşralı, şeriat yanlısı, gerici, çağ dışı olarak,
Diğerlerinin beni Avrupaî, yozlaşmış, özünü yitirmiş olarak,
Ötekilerinin beni efendi, saygılı, açık görüşlü, anlayışlı olarak,

Tanımlayabilirken, neden onların görüşleri benim kendi kendim hakkındaki görüşlerimle örtüşemiyor bir türlü, onu öğrenmek istiyorum.

Aslında tek istediğim de bu!

Ve doğrusu "sen kendini biliyorsun ya o sana yeter" sözü de çok sığ gelmeye başlıyor bana. Anlamlı, zaten de doğru, ama sığ ve yetersiz...

O yüzden en iyisi mi,
Sevgili arkadaşlarım, yoldaşlarım, anlayışlılarım,

Siz yine her zaman olduğu gibi sevgiyle kalmasına kalın.

Ama bu aralar,

Biraz hayatta da kalın.

(^_^)

-------------------------------
  
" İki Dünya - İki Kelime:

Biz Yaşamı Destekliyoruz!

Onlar İse Ölümü! "

Yahu herşey bir yana da,
Bayılıyorum şu eski dönemlerin propoganda afişlerine.
Rusların kompozisyonlarına, konuyu işleyişlerine; Almanların resmetme tekniklerine, bilhassa yüz ifadesi ve saç çizimlerine; Amerikalıların da kelime oyunlarına...
Keşke yeteneğim olsaydı, gece gündüz, inandığım inanmadığım her türlü ideoloji için afiş tasarlardım :))

0 Yormuyorum: